İsveç, Türkiye'nin ötekileştirici siyasetinin parçası olacak mı?

İsveç hükümeti bu uzlaşının kapsamı ve nasıl uygulanacağına ilişkin üstü kapalı açıklamalarda bulunuyor ve önümüzdeki süreçte bizi neyin beklediğini bilmek zor. Ancak bu durum, İsveç’te pek çok insan tarafından tepkiyle karşılanıyor.

“Olaylar İstanbul’da Gezi Parkı’ndaki birkaç ağacın kesildiği iddiasıyla alevlendirilmişti. Düşünün Dolmabahçe Valide Sultan Camii’nin içinde bu eşkıyalar, bu teröristler bira şişeleriyle, bira kutularıyla adeta caminin içini pislemişti. Bunlar böyle. Bunlar çürük, bunlar sürtük.” (1 Haziran 2022)

“LGBT. Yok öyle birşey. Terör örgütlerinin üyesi olan bu gençleri biz ülkemizin gerçek manada milli ve manevi değerlere sahip gençleri olarak kabul etmiyoruz. Siz öğrenci misiniz, siz talebe misiniz yoksa rektörün odasını basmaya kalkışan, orayı işgale kalkışan terörist misiniz?” (3 Şubat 2021)

“Bunlar gazeteci falan değil. Terör örgütü bunların eline bir basın kartı tutuşturmuş ve bunlar terörist.” (14 Mayıs 2018)

“Elinde silahı, bombası olan teröristle elinde doları, eurosu, faizi olan terörist arasında amaç bakımından hiçbir fark yoktur.” (12 Ocak 2017)

Yukarıdakiler Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın son beş yıl içerisinde yaptığı açıklamalardan alıntılar. Gezi İsyanı’na katılan binlerce insandan Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyumu protesto eden öğrencilere, gazetecilere ve hatta parasını döviz olarak değerlendirmeyi tercih edenlere geniş bir yelpazenin “terörist” olarak tanımlandığı bu açıklamalar, Türkiye’de terörizme bakış açısından küçük bir kesit. Türkiye’de “terörist” tanımı, içerisinde bulunulan her siyasal süreçte genişleyen bir niteliğe sahip. İçerisinde bulunduğumuz siyasal süreçte ise, AKP’nin ve dolayısıyla R.T.Erdoğan’ın fikir ve eylemlerine katılmamak ve eleştirmek bu tanımın içerisine girmek için yeterli.

Toplumsal kutuplaştırmayı özellikle son yedi yılda temel alan Erdoğan’ın ve dolayısıyla AKP hükümetinin “Ya bizdensin ya da teröristsin” mottosu, toplumun farklı kesimlerini birbirine düşmanlaştırarak kendi iktidarını korumaya almaya yönelik siyasal yönelimi. Üstelik bu yönelim iç siyasete olduğu kadar dış siyasete de rengini veriyor. Erdoğan ilişkilerinde gergin olduğu ülkelere (bu gerginliğin odağı olan ülkelerin de yelpazesi oldukça geniş) “bizi kıskanıyorlar” argümanıyla yaklaşıyor. İçerisinde olduğu ekonomik krizi reddeden, döviz kurundaki artışı AB ve ABD’nin kıskançlığı olarak açıklayan AKP hükümeti, iç siyasetindeki düşmanlaştırma politikasının yansımasını Türkiye ve diğer ülkeler şeklinde dış politikasına da uyguluyor. 

Türkiye’de Toplumun Yarısı “Terörist”!

Peki özellikle son 7 yıldır Türkiye’deki bu siyasal iklimin sebebi nedir? 

Bu sorunun cevabını aramadan önce Türkiye’de son 7 yılda neler olduğuna kısaca bakmak faydalı olabilir.

Açıklıkla dile getirebiliriz ki Türkiye’de 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri sonrasında AKP’nin toplumsal muhalefete karşı açtığı bir savaş var. Miting ve gösterilere düzenlenen bombalı saldırılar, Kürt illerine dönük askeri operasyonlar ile yüzlerce insanın hayatını kaybettiği, binlerce insanın yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kaldığı bu süreçte insan hakları savunucuları, gazeteciler, Kürt siyasetçiler başta olmak üzere toplumun büyük bir kısmı gözaltı ve tutuklama furyasıyla karşı karşıya kaldı. 

15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında AKP kuşkusuz, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmek için büyük fırsat elde etti. Kendisini destekleyen kitleleri sokaklara döken ve güç gösterisini tüm ihtişamıyla ortaya koymak için elinden geleni yapan R.T. Erdoğan, 2016-2018 yılları arasında ilan ettiği olağanüstü hal ile tüm hak ve özgürlükleri işlevsiz hale getirdi. FETÖ ile mücadele adı altında girişilen gözaltı ve tutuklama operasyonlarının esas hedefi ise Türkiye’de toplumsal muhalefeti oluşturanlar kesimlerdi. 

Nitekim bu dönemde insan hakları odaklı pek çok dernek ile yayın ve medya kurumlarına düzenlenen operasyonlarla çalışanlar gözaltına alındı, tutuklandı, kurumlar ise birer birer kapatıldı. Kendi kitlesini sokaklara döken AKP, politikalarını eleştirenlerin sokağa çıkmasını miting ve gösterilere getirdiği yasaklarla engelledi.

Kısacası son 7 yıldır Türkiye’de insan hakları ihlali yönünde kuvvetlenen bir siyasal iklim söz konusu. Kürt, kadın, LGBTİ+ düşmanlığı başta olmak üzere toplumun farklı kesimlerine karşı hak ihlallerini üreten ve “terörist” ilan eden bir siyasi iktidar ile karşı karşıyayız.

Yükselişe Geçen Sağ Popülist Siyasetin Yansımaları

Bu siyasal iklimin sebebi ise kuşkusuz dünyada yükselişe geçen sağ popülist siyaset ile yakınen alakalı.

Dünyanın sosyo-ekonomik olarak büyük bir devinim halinde olduğu yıllardan geçiyoruz. “Sanayi 4.0 Devrimi” olarak adlandırılan teknolojideki dev sıçrama ile üretim araçları ve dolayısıyla üretim ilişkilerindeki değişim, küresel olarak krizler silsilesi ile kendini gösteriyor. Bu krizin en konuşulur yanı ekonomi olsa da sosyal, siyasal ve kültürel anlamda da kapsayıcılığa sahip olan son 15 yılda yükselişe geçen bir dönüşüm dönemi içerisindeyiz.

Kriz dönemlerinde, kapitalist, patriyarkal, heteroseksist sistemin sürekliliğini temin altına almak adına izlenen siyaset, devletler açısından küresel anlamda sağ popülizme sarılma ile kendini gösteriyor. Devletlerin kendi iç dinamiklerine bağlı olarak geliştirdikleri politikaların zemininde yönetme kabiliyetini korumak ve mevcut sistemi korumak yatıyor. 

Hayatımızın Parçası Haline Gelen Göç

Yönetememe krizi, yükselen sağ popülizmin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere etkisi ve savaş, “göç”ü de hayatımızın bir parçası haline getirdi.

Dünya kocaman bir göç sarmalının içerisinde. Milyonlarca insanın doğup büyüdükleri, yaşamlarını kurdukları yerleri terk etmek zorunda kalıp farklı coğrafyalara doğru yola düştükleri kocaman bir göç dalgası. Bu göç bir tercih değil, zorunluluk... Alıştığını, kurduğun düzeni, sevdiklerini geride bırakmanın bir tercih meselesi olmaktan ziyade yaşayabilmek için zorunluluk olduğu bir süreçten bahsediyorum. Bu zorunluluğu yaratan etmenler ise savaş, ekonomik kriz, güvencesizlik, geleceksizlik, baskı ve korku iklimi...

Suriye, Afganistan ve son olarak Ukrayna’daki savaş, yükselen sağ popülizm ile gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerdeki giderek artan baskı ve korku iklimi tüm dünya üzerinde büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya olduğumuz süreci örüyor.

Gazeteci, LGBTİ+, Kadın Aktivisti “Terörist” midir?

Yaşadığım toprakları tercih sebebiyle değil zorunlu olarak terk etmek durumunda kalan bir gazeteci olarak bu göç dalgası içerisinde yer alan biriyim.

Türkiye’den yaklaşık bir yıl önce ayrılmak zorunda kalmamın sebebi, hakkımda “terör örgütü propagandası yapmak” iddiasıyla verilen 6 yıl 9 ay hapis cezası. Şu an Yargıtay aşamasında olan ve onaylanmama ihtimali oldukça düşük olan bu cezanın veriliş nedeni ise mesleğim olan gazetecilik. 

Evet, Türkiye’de gazetecilik faaliyetlerim nedeniyle 6 yıl 9 ay hapis cezası aldım ve hatta 2017-2019 yılları arasında yine aynı sebeple Urfa’da bulunan Hilvan T2 Kapalı Hapishanesi’nde tutuklu olarak kaldım. Yani gazeteci olduğum için hayatımın neredeyse 10 yılını hapishanede geçirmemi isteyen bir anlayışla karşı karşıya olduğum için Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldım.

2015-2016 yılları arasında yazı işleri müdürü olduğum Özgür Gelecek gazetesinin hemen her sayısına açılan soruşturmalar, her hafta İstanbul Adalet Sarayı’na gidip ifade vermek zorunda kaldığım bir sürece girmeme sebep oldu. Mesleğimi yapmamı kısmi olarak engelleyen bu sürecin ardından 2017’de tutuklanmamla gazeteciliği yapamaz hale getirildim. Tutuklu olduğum iki buçuk senenin ardından verilen 6 yıl 9 ay hapis cezası ile gazeteciliğimin geleceği de kapatılmış oldu. 

Yazının başında Türkiye’de kimlere terörist denildiğini Erdoğan’ın ağzından görmüş olduk. Dolayısıyla ben de onun terörist dediği kişilerin propagandasını yapan biri olmakla kalmayıp iktidar yanlısı kaleme sahip olmayan bir gazeteci ve LGBTİ+ ve kadın aktivisti olmam nedeniyle “terörist”im. 

Göç Ettirilenler Olarak Merak Ediyoruz, Endişeleniyoruz

Görüldüğü gibi bir sabah haberleri izlerken kendinizi “sürtük”, “çapulcu” ve genellikle de “terörist” olarak yaftalanmış bulabileceğiniz Türkiye’de terörist tanımının içerisine girmek için büyük kıstaslar gerekmiyor.

Ancak bugünkü meselemiz “terörist” tanımının sınırları aşarak uluslararası bir tartışmaya dönüşmesiyle alakalı. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılma, Türkiye’nin ise bu iki ülkenin katılım isteğini “teröristlere” ev sahipliği yaptıkları gerekçesiyle reddetme ve akabinde Madrid’de tarafların gerçekleştirdiği toplantı ile bir uzlaşıya varma sürecini geride bıraktık. 

Bütün bu olup bitenleri ben ve benim gibi Türkiye dışında yaşamaya zorunlu bırakılanlar merak ve endişe ile takip ettik. 

“Terörizm” teriminin altını boşaltarak kolaylıkla her kesimi “terörist” olarak gören bir devletin düşünce ve ifade özgürlüğüne dönük baskı ve zorbalıkları nedeniyle ülkeden ayrılmak zorunda kalanlar olarak binbir zorlukla vardığımız ülkelerde de “terörist” olarak mı görülecektik?

Ve hatta o ülkelerden Türkiye hapishanelerine geri mi gönderilecektik? 

Gerçekleştirilen Uzlaşı Büyük bir Çelişki

Dünya kamuoyunda geniş yer bulan bu tartışmalar, tam da tehlike altında bulunan sanatçı, yazar ve gazetecilerin ifade özgürlüğünü geliştirmek için barınak sunan ICORN aracılığıyla İsveç’te bulunan Växjö Komün’ün misafiri olarak kabul edilmem ve akabinde İsveç’e doğru yola çıkma sürecimde gerçekleşti.

İsveç hükümeti bu uzlaşının kapsamı ve nasıl uygulanacağına ilişkin üstü kapalı açıklamalarda bulunuyor ve önümüzdeki süreçte bizi neyin beklediğini bilmek zor. Ancak bu durum, İsveç’te pek çok insan tarafından tepkiyle karşılanıyor. Bu tepkinin sebebi ise, az önce bahsettiğimiz Türkiye’de “terörizm” kavramlaştırmasının sınırlarının olmaması ile alakalı. 

Net olan bir gerçek var ki İsveç’in Türkiye’nin isteklerini yerine getirmesi, AİHM tarafından defalarca düşünce ve ifade özgürlüğü ile insan hakları ihlali  noktasında mahkum edilen Türkiye’nin politikalarını tanıdığı ve onayladığı anlamına gelecektir. İnsan haklarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunduğunu ifade eden ve siyasetini bunlar üzerine kuran bir ülkenin böyle bir uzlaşıda bulunması ise büyük bir çelişki.

R.T.Erdoğan’ın “terörist” olarak tanımladığı kesimin içerisinde olmak, farklı etnik köken, inanç, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim gibi çeşitliliklerin ötekileştirilmesi ve ayrımcılığa uğramasına karşı olmak demek. 

Evet, bir gazeteci, LGBTİ+ ve kadın aktivisti olmam nedeniyle Türkiye’de “terörist”im. 

Belki bilirsiniz, “queer” terimi LGBTİ+’ları aşağılamak için kullanılan bir kavramdı. Sonrasında ise LGBTİ+’lar tarafından kullanılmaya başlanarak olumsuz anlamından sıyrıldı. Bu düşmanlaştırıcı ve ötekileştirici dil siyasetine karşı bir mücadele yöntemi. Türkiye’de bu dilsel mücadele yöntemine sarılarak insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmak durumundayım, durumundayız.

Henüz İsveç’e geleli birkaç hafta olmuşken aynı mücadeleyi burada da benimsemek zorunda kalacak mıyım? Bu sorunun cevabını merakla bekliyorum.

*Yazı 3 Ağustos 2022'de yazılmıştır. İsveç’te 11 Eylül 2022 tarihinde gerçekleşen genel seçimlerde sağ koalisyonun kazanmasının ardından göçmen karşıtı politikaları ile bilinen İsveç Demokratları Partisi'nin bu politik sürece yaklaşımının ne olacağı Türkiyeli göçmenler açısından endişeleri daha da artırıyor. 

Öne çıkan haberler!