Feminist filmler - 1

Thelma ve Louise
İki kadın arkadaşın daha başından itibaren kopuşlarla başlayan yolculuğunu anlatan filmde Arkansaslı garson Louise ihmalkâr ve buram buram “erkek” olan kocasıyla birlikte sıkıcı bir hayatı olan arkadaşı Thelma’yı (Geena Davis) ayartır. Birlikte arabaya atlayıp, her şeyi geride bırakırlar. Bu geride bırakış evvela geçici süreliğine görünür ancak film ilerledikçe bu iki kadının yaşamı tamamen değişecektir. Her şey kadınların kendilerinin ve böylece birbirlerinin hayatını savunmak için “suç” faili olmasıyla mı başladı, yoksa bu seyahatin en başında Thelma’nın kocasının iznine gerek duymaksızın bu yolculukta Louise eşlik etmesiyle mi, bunu izleyiciye bırakalım. Sadece şunu belirtmekle yetinelim: Kimine göre “suç” bize göre “özsavunma” Thelma’nın evde duran silahı yanına almasıyla başlar. Film bu ya o silah illa ki patlayacaktır. Bu filmde o “silah” mola yerinde eğlendikleri sırada Thelma’nın dans ettiği adamın otoparkta peşinden gelip tecavüz etmeye yeltenmesinin ardından Louise’in elinde patlar. Polis için elbette bu bir özsavunma değildir ve polis birlikleri iki kadını bulmak adına seferber olur. Ancak kadınlar için bu kaçış hikâyesi de macera dolu ve gayet eğlenceli ve güçlendirici bir hal alacaktır. Thelma bunu şöyle aktarır:
“Biliyor musun? (…) O adam beni incitiyordu. Sen gelmeseydin daha da kötü edecekti. Ve ona hiçbir şey olmayacaktı çünkü bizi dans ederken gördüler. Herkes benim istediğimi düşünecekti. Hayatım şimdi olduğundan çok daha kötü olabilirdi. En azından şu anda eğleniyorum.”
Ve Louise arkadaşına bakıp gülümser.
Sufragette
Sufragette belki de feminist film denilince akla ilk gelen filmlerden biri, hatta film olabilir. Bu anlamda bir klasiktir demekte beis görmüyoruz. Filmin belki de en çarpıcı yanlarından biri hem 1900’lerin İngiltere’sinde Emmeline Pankhurst önderliğindeki kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmak için erkek egemen siyasete karşı verdikleri mücadeleyi hem de başkarakterimiz Maud’un tekil hikâyesini aynı anda bize sunabilmesi. Film boyunca kadınlar devlet şiddetinin her türlüsüne maruz kalmalarına rağmen ağır bedeller ödeme pahasına eşitlik ve bunun en önemli alt başlıklarından biri olan eşit oy hakkı için mücadele ederler. Tam bu sırada devlet kadınları copla, tüfekle, hapishaneyle sınamaya çalışırken, kocalar, babalar, abiler, patronlar da boş durmamakta, kadınları dayakla, çocuklarından ayrı bırakmakla, açlıkla vs. sınamaktadır. Elbette Maud’un hayatındaki erkekler de boş durmaz. Kendisine zaten daha küçük bir çocukken cinsel şiddet uygulayan, şimdi de Maud’un başka çocuklara şiddetine şahitlik etmek zorunda kaldığı patronu Maud’u işten çıkartır, suçlar. Kocası Maud’u çocuğundan mahrum bırakır, neticede yasalar kocanın/babanın yanındadır ve madem öyle o koca/baba bunu tepe tepe kullanacaktır, yıllardır Maud’u “kullandığı” gibi. Maud ve arkadaşları büyük acılar çektirler. Ancak bugün galebe çalan kadınlar oldu ve “artık eşit oy hakkı” ve çok daha fazlası dünyanın genelinde mevzu bahis.
Daha fazlası demişken İstanbul Sözleşmesi’nden de vazgeçmeyeceğiz. Maud’un da dediği gibi: “İnsan ırkının yarısıyız. Hepimizi nasıl durduracaksın(ız)?”
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi kadın dostluğunun kadın kadına aşkın harikulade bir emsalini sunmanın yanı sıra 18. Yüzyıl gibi erken bir tarihte bir kadının ressam olması ya da bir ressamın kadın olması gibi nadide bir ihtimali karşımıza çıkarıyor. Film neresinden bakarsak bakalım 18. Yüzyıl’da kadınlara biçilen misyona, o yüzyılın “normal” ve böylece “makbul” olanına aykırı gelişmeler ve görüntülerle dolu.
Ressam Marianne manastırdan yeni ayrılmış Heloise’in portresini yapmak üzere yolculuğa çıkar. Bu portre Heloise’in kendisini seçmediği ve hatta hiç görmediği ve görülmediği müstakbel kocasına gönderilecektir. Bu portre çok güzel olmalıdır ki müstakbel kutsal koca eş olarak kendisine Heloise’yi layık görsün. Sonrası aşk, ancak Heloise ve müstakbel kocasının aşkı değil -aşk bu ya- Heloise ve ressamı Marianne’nin aşkı… Ve hem kendi aralarında hem de “anormal” bir biçimde gelişen evin hizmetçisi Sophie’yle olan dostlukları… Evde kadınlar Heloise’in annesinin gitmesiyle beraber “başsız” ve mutlu bir dönem geçirirler. O kadar başsızlardır ki bir kürtaj vakası bile bir olup atlatılır.
Ancak Marianne’yi bekleyen son Antik Yunan mitolojisinin kahramanlarından ozan Orpheus’unkiyle aynıdır. Yasaklanmış sevgilisini öyle bir çizmelidir ki kocası onu eş olarak seçsin ve elinden alsın… Heloise de bakılan olacaktır, hem Orpheus’un Eurydike’ye baktığı gibi bakılan ve kaybedilen hem de resmi çizildiği için, hem portrede hem portresi yapılırken bakılandır. Heloise’ye bu aşktan kalan esas “armağan”/”portre” Mairanne’nin küçük otoportresidir ve Mairanne bunu kendisinin vajinasının önüne koyduğu aynaya bakarak çizmiştir.
Üzerine pek çok tartışma yapılabilecek, politik, felsefi, psikanalitik, mitolojik… yönleri içinde barındıran bu filmi izlemenizi zaten şiddetle tavsiye ediyoruz. Fakat filmden önce ya da sonra, bonus olarak, Heloise rolündeki Haenel ve filmin yönetmeni Sciamma’nın tecavüzden hüküm giymiş Roman Polanski’nin ödül aldığının açıklanmasının ardından César Ödüllerini terk edişini, bu harika protestoyu da -izlemediyseniz- izleyebilirsiniz.
Kızarmış Yeşil Domatesler
Kızarmış Yeşil Domatesler filmi yemek yeme isteğini durduramayan, evliliği kötüye giden, mutlu olmak için çabalarken mutsuz olan Evelyn’in bir tren yolunun kenarında, kocası arabayı park etmişken, kapalı bir kafenin kapısında “kızarmış yeşil domatesler” yazısını görmesiyle başlar. Evelyn biraz sonra tam da o kafenin olduğu boşalmış kasabanın eski sakinlerinden biriyle huzurevinde tanışacak ve bu kafenin ve onun eski sahiplerinin hikâyesini dinlemeye başlayacaktır. Bu hikaye de “kız çocuğu” olmanın gereklerini yerine getirmeye direnen Idgie’nin çocukluğundan kesitlerle başlar. Idgie’nin abisi ve rol modeli, aynı zamanda Ruth’un sevgilisi olan Buddy bu sırada Idgie ve Ruth’un gözünün önünde talihsiz bir kaza sonucu yaşamını yitirir. Aradan zaman geçer Idgie büyür fakat hala “kadın olmanın gerekleri” olarak işaretlenen pek çok şeyi reddetmektedir. Idgie ve Ruth, kayıpları müşterek bu iki kadın bir süre sonra tekrar karşılaşır ve aralarında yakın bir arkadaşlık gelişir. Ancak Ruth’un kocası bu arkadaşlıktan rahatsız bir biçimde elinde erkekliği orada hazır beklemektedir.
Idgie ve Ruth hem kasaba ahalisinin hem kocanın önlerine çıkardıkları zorluğa rağmen dostluklarını sürdürecekler, işi hem de siyahlara da yemek veren bir kafe açmaya kadar vardıracaklardır. Bu sınır aşımlarından neşet eden bedeller de güçlenme de kaçınılmaz olacaktır. Birbirleriyle dayanışmakla kalmayan Idgie ve Ruth huzurevinin sakinlerinden olan Ninny’nin ağzından dökülen hikâyeleri vasıtasıyla ve yıllar sonra Evelyn’i de dönüştüreceklerdir. Evelyn bir süre sonra evliliğine değil, özgürlüğüne sıkıca tutunmaya çalışan bir kadın haline gelecek ve Ninny’nin evlerine taşınmasına -elbette “şiddet”le- karşı çıkan kocasına şöyle diyecektir:
“Bana asla ‘asla’ deme. Birisi, bir ayna koyup, kendimi görmeme yardım etti ve gördüğüm şeyden biraz olsun hoşlanmadım. Ne yaptım biliyor musun? Değiştim.”
Film katmanlı hikâyeler sevenler, hem de kadın dayanışmasına dair eşsiz bir akış izlemek isteyenler için izlenesi bir film. Zira film farklı zamanlardaki iki farklı hikâyeye biri diğerinin içinde olacak şekilde odaklanıyor. Ve biz izleyiciler hem bu iki hikaye içerisindeki kadınların arasında ve bu bahisle geçmişten bugüne akan o güçlendirici, dönüştürücü ve özgürleştirici dayanışmaya şahitlik ediyoruz. Elbette o dayanışma o kadar akışkan ve arsız ki taaa bize kadar ulaşıyor.
Persepolis
Persepolis baş kahramınımız Marjane’ın ve İran’daki sol görüşlü insanların hazin hikâyesini incelikli bir mizah içinde bizlere sunuyor. Bir animasyon filmi olan Persepolis hem feminist hem de İran’ın yakın tarihini anlatan filmlerden biri olarak akla ilk gelenlerden.
Film önce Marjane’ın çocukluğunu anlatıyor yalnız bu pek öyle bir çocuğun ve onun ebeveynlerinin murad edeceği türden bir çocukluk değil. İran ve komşu ya da yakın ülkelerinin çocuklarının çokça aşina olduğu türden siyasi çalkantılarla, muhalif görüşlü insanların maruz kaldığı zulümle dolu. Marjane daha çocukken silah, hapishane, idam derken devlet ve bu bahisle erkek şiddetine çokça maruz kalıyor ve sevdiği insanları idam sehpasına, hapishaneye uğurlamak zorunda kalıyor. Gençlik yılları da hiç parlak geçmeyecek. Gittikçe muhafazakârlaşan ülkede bu kez sadece siyasi faaliyetler değil, yaşam tarzları da idam sehpasına çıkartılacak ve Marjane sevdiği erkekle birlikte olmak için erken yaşta evlenmek, hatta ailesinden ve ülkesinden uzaklara kaçmak zorunda kalacaktır. Mrjane’ın ilk ülkesinin terk edişinin müsebbibi haremlik selamlık nizamda öğrencilerin oturduğu bir sözde üniversite amfisinde kara çarşafla (örtünmüş değil) örtülmüş halde söylediği şu sözleridir:
“(Erkeklerin oturduğu tarafı işaret ederek) bizimle ilgili bunca yorum yaparken kardeşlerimiz farklı çeşitlerde giyinip saç kestirebiliyorlar. Bazen iç çamaşırları bile belli oluyor. Erkekler bizim kısa çarşaflarımıza bakıp tahrik olurlarken, neden ben bir kadın olarak onları böyle gördüğümde bir şey hissetmemeliyim?”
Bu sözleri nedeniyle maruz kalacaklarından endişelenen ailesi Marjane’ı yurt dışına gönderir ancak Avrupa’da Marjane’ı Batılı ve de ayrımcı şiddet beklemektedir. Ancak Marjane yine de direnmiştir ve büyükannesinin dediği gibi o amfide erkeklerin adeta “küçük pipilerini kesmiş gibi”dir.
Güçlendirici, konusuna rağmen eğlenceli de bir film olan Persepolis’i, özellikle 2010’lar, 2020’ler Türkiye’sinde olup bitenlere maruz kalanlara şiddetle tavsiye etmekteyiz.
Yazarın diğer yazıları için tıklayın.