Toplum ve vicdan
Yeri, zamanı, olayın gerçekleşme koşulları değişse de aslı itibariyle toplumun bir mahsulü diye düşündüğümüz vicdan kavramı aslında her şeyden bağımsız, içimizde saklı bir cevherdir.

Agit Ferhat Özel
Vicdan ve toplumsal baskı arasında kalmak; her gün yüzlerce toplum ferdinden herhangi biri bu ikilemin kargaşasıyla, içindeki ses ve dışardaki sesler arasında kavga eder durur. Genellikle de süper egosuna esir olup dışardaki seslere eşlik eder, hep beraber çoktan sesler korosunun tek sesi olmaya doğru yol alır. Bunun bazı örnekleri arasında ‘vatana feda olsun’ dediğimiz çocuklar, cinsiyetleri belirginleşmeden kadın veya erkek diyerek -silah tutturduğumuz ya da oyuncak bebek baktırarak ‘ev kadınlığını’ öğrettiğimiz- çocuk eğitim şeklimiz, yahut ‘doktor ol!’, ‘avukat ol!’, ‘mühendis ol!’ diye diye kendisi olmasını engellediğimiz sorunlu sorumluluk yükleme şeklimiz gibi örneklendirebileceğimiz toplumsal normlarımıza kurban ettiklerimiz vardır.
Vatana feda edilme deyince, Rudyard Kipling’in oğlunu savaşa gönderme trajedisinden bahsetmeden olmaz. Hikaye şöyle ki; gözünden engeli olan Kipling’in oğlu aslında çürüğe ayrılması gerekirken Kipling’in vatansever egosunu tatmin etmek için babası tarafından askere gönderilir. Öyle bir ulusçuluk ki gidip dönmesinin ardından oğlunun alacağı gazi unvanına kavuşması bir gazi babası olarak kararını övmekle kalmayacak aynı zamanda, gurur şelalesinde yüzecekti. Oysa oğlu savaşta gözlüğünü düşürür ve hareket kabiliyetini kaybederek can verir. Ve ardından Kipling ‘Savaşın Mezar Taşları’ isimli şiirinde “Neden öldüğümüzü soran olursa / Dersin ki, babalarımız yalan söylediğinden” dizeleriyle adeta günah çıkardığına tanıklık ederiz. Başka bir deyişle vicdan ve toplumsal baskı arasındaki ikileminde süper egosunu bastırarak vicdanının sesini haykırmaya başladığını görürüz. Yine Kipling ‘Ölmüş Bir Devlet Adamı’ şiirinde, “Belleyemezdim toprağı; cüret edemezdim soymaya / Bu yüzden çeteyi memnun edeyim diye başladım yalana / Bütün yalanlarım, foyam çıktı artık meydana / Yüzleşmek zorundayım artık katlettiğim adamlarla. / Hangi masal kurtarır acaba, anlatsam/ Benim öfkeli, aldatılmış delikanlılarıma.” dizeleriyle toplumu somutlaştırarak nasıl bir yalanın parçası olduğunu ve yalanlarla yüzleşme isteğini dile getirmektedir.
Tabi ki tarih toplumun vicdanla savaştığı anlatılarla doludur. Bunlardan biri de, Agemennon’un Truva’ya doğru savaşa giderken gemilerinde ortaya çıkan hastalık ve kayıpları yüzünden tanrılar tarafından cezalandırıldıklarına kardeşi Menelous’un kışkırtması ile inanarak öz kızı İphigenia’yı tanrılara kurban etmesi olayıdır. Gerçeği bu konuyla ilgili bir anlatı da tanrıların İphigenia’nın başı vurulmadan bir geyik göndererek kurban edilmesinin önüne geçildiği şeklindendir. Fakat her iki durumda da Agemennon’un süper egosuna yenik düşerek toplum baskısını iliklerine kadar hissederek hareket ettiği su götürmez bir gerçektir.
Yeri, zamanı, olayın gerçekleşme koşulları değişse de aslı itibariyle toplumun bir mahsulü diye düşündüğümüz vicdan kavramı aslında her şeyden bağımsız, içimizde saklı bir cevherdir. Öyle bir cevher ki, toplum ne kadar şekil vermeye çalışırsa çalışsın, kendi ipleri eline alır ve süper egonuzu yerden yere vurur.
Satırlarıma son verirken dinlediğim ilk andan beri vicdanıyla süper egosunu ayaklarının altına aldığını hissettiğim büyük halk ozanı İlkay Akkaya’nın seslendirdiği, Yılmaz Odabaşı’nın ‘Aynı Göğün Ezgisi’ şiirinden bir alıntı yaparak herkesin vicdanını her anında süper egosundan üstün tuttuğu yarınlarda Abdülselamlar, İphigenialar’ın yok olduğu bir toplumsal vicdana dönüştürmesini dilerim.
“abdülselam,
daha aşksız ve kitapsız
lisede,
ipince,
esmer yürekli bir oğlan
bu yağmur nerden gelir:
sular bulanır
bu çığlık nasıl büyür:
yürek daralır
bu kavga ne de bıçkın:
meydan aranır
aranır abdülselam
bilmez bir oğlan...”
(Özgür Köşe'deki yazılarda bulunan ifadeler yazarına aittir. Gazete İsveç'in editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.)