Kişisel bir yazıda ‘herkes...
Bu yazı bu merhaleye kadar okunduğunda sanki bir ‘poetrycriticism’ miş gibi algılanır muhtemelen ama aslında birazdan bu yazının hiç de böyle bir kaygısının olmadığı farkedilecektir.
Elbette, bugüne kadar insanlık tarihi boyunca dünyanın farklı yerlerinde, her birinin kendine has duygusu olan değişik kategorilerde, akla hayale sığmayacak sayıda şiirler, hikayeler, romanlar yazıldı. Umarım daha çok yazılır. Çünkü yazmak, aramaktır, bulmak ve kaybetmektir; terapidir, görmeyene gördüren bir delirme halidir, çünkü yazmak.
Bazısı, kalıplarından sıyrılıp ortak paydanın ortak ülkesinde yani düş ülkesinin Olimpos’unda, aklın ve ruhun özgürleştiği, her türlü köleliğin son bulduğu ’Kardeşlik Sofrasına’, tanrıların sofrasına oturmayı başarabildi/başarabilmekte. Kalıplarına sığmayanların yaktığı meşale ise dünyanın ve insanın karanlık tarafına ışık tutmaya devam etmektedir. Bir tarafta kendi, diğer tarafta kendinden olanı…
Şiir, bulunduğumuz yerden farklı bir evrene açılan, harcı akıl ve gönül deryasından karılmış; özgürlüğe, manaya, kendini bulmaya veya buldurmaya doğru akan sayısız kapılardan mütevellit sanat kollarından biridir desek, abartmış olmayız. Abartsak bile, abartı (exaggeration) sanatının en çok yakışacağı edebi türü, Olimpos’a çıkmayı başarabilmiş olanı şiirdir.
Yazmaktan çok, okumayı; ezberlemekten çok okuduğunu anla ilişkilendirerek bir huzur, mutluluk kaynağına evirmeyi; elinde bir koz olarak bulundurmaktan çok mümkün kılabildiğin ölçüde ideolojik ve pratik yaşamında öz ve kişilik arasındaki bağı tamamlayıcı bir unsur olarak kullanmayı/ kullanmaya tercih/ gayret edersin. Bu tercih/gayret, talip olanın talip olunana olan ihtiyacı ve ihtiyaç biçimi sebebiyle diğer edebi türler için de geçerlidir. Ama buraya kimin neye ne kadar ihtiyaç duyduğu noktasından değil, ihtiyaçların yerellik ve evrensellik ilkeleri yanı sıra her türden canlının yaşam döngüsünün sürekliliği ve sürdürülebilirliğine bir halel getirilmediği noktasından bakmayı değerli kılan bir perspektif ortaya koymak gerekli olanıdır. Buradaki duygu, evrensel bir kavram olmakla birlikte,fiilin şahsiliği gerçeği gözönünde bulundurulduğunda, öğrenilmesi ve öğrenilenin davranışta somut biçimini alması kişisel bir tecrübedir.Tecrübedir, çünkü onun peşinde koşturmak kelimeye mana, harekete bilinç katar. Edinilen bilinç ise yeni nesillere aktarılmaya hazır tamamlayıcı bir değere dönüşme iddiasına sahip olabilir.
Bu yazı bu merhaleye kadar okunduğunda sanki bir ‘poetrycriticism’ miş gibi algılanır muhtemelen ama aslında birazdan bu yazının hiç de böyle bir kaygısının olmadığı farkedilecektir.
...in’ hikayesi
Platon’un idealar dünyası felsefesinde hiçbir şey zihnimizde canlandırdığımızla yüzde yüz uyumlu değildir. Gerçek sandığımız her şey aslında bizim görmediğimiz gerçek dünyanın yansımalarıdır. Platon’a göre, bazı insanlar doğdukları andan itibaren zincirli bir şekilde yüzleri duvara dönük kendi görüntülerini gerçek bilgi zanederler. Zincirlerinden kurtulup gerçek dünyayla tanışıp geri gelenlerin anlattıklarına da inanmazlar.
Dünyadaki gelişmeleri bir okumaya tabi tuttuğumuzda, zaten kurulu bir dünya düzeni içinde de bilinçli bir kurguyla kurulmuş gölgelerden oluşan bir hayatın yaşandığına tanıklık ediyoruz. Ama bunların hizmetçileri de yukarıda mağara örneğinde bahsi geçen gölgelerini gerçek sanan, zincirli gönüllü esarete razı edilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bunların sayısı o kadar artmış ki, bunlar ne kamil olana, ne de dışardan bir avuç aydınlık getiren gerçek dünya insanına tahammülleri yoktur.
Tarih bize görmemiz, hissetmemiz ve anlamamız için yol gösteriyor aslında fakat biz insan soyunu esir almış bir avuç azınlık ve bu azınlığın kokuşmuş tahakkümü dünyadaki her şeyin üzerindeki etkilerini sürdürmek için ısrarla ve inatla yaşamın doğal akışının gerekliliğini görmezlikten geliyor, tahribatlarına son hız devam ediyorlar. Dünyanın neresinde olursa olsun bunlar bir avuç kadar olup dini, dili, rengi coğrafyası farklı da olsa üreme açısında sıkıntı çekmeyen birbirlerinin imitasyonlarıdırlar.
‘‘And on the pedestal these words appear:
‘My name is Ozymandias, king of kings:
Look on myworks, ye Mighty, and despair!’
Nothing beside remains. Round the decay
Of that colossalwreck, bound less and bare
The lone and levels andsstretch far away.’’
(Kaidesinde ise şu sözler yazılı:
"Benim adım Ozymandias, kralların kralı;
Eserlerime bak ki, bilesin haddini."
Fakat hiçbir şey kalmamış geri.
Ve o yok olmakta olan harabenin dört bir yanında,
Yalnız ve dümdüz kumlar uzanıyor uzaklara)
1792-1822 yılları arasında, kısa ama dolu dolu bir yaşam sürmüş İngiliz Romantik akımının öncülerinden PercyByssheShelley’ninOzymandias şiirinden son bölümüne baktığımızda, yukarıda belirtilen düşünceleri destekler nitelikte bir çok çıkarımda bulunabiliriz.Fakat özetle, eserleriyle övünüp duran ve etrafına korku, kibir, şımarıklık saçan kraldan geriye ne bir eser ne de değerli bir kalıntı vardır artık. Yaptıkları zamanın hakikat yanı karşısında yok olup gitmiş, sone’nin ilk bölümünde yer alan çatık kaşları ve yarattığı kötülüğün adı kalmıştır.
Düz yazıda olsun, şiirde olsun bu hakikati sonraki nesillere gösteren binlerce örnek sıralanabilir. Okurken, anlatırken veya benzerini yaratırken müthiş bir heyecana da kapılabilir insan. Ama asıl sorun şu ki, aynı insan, ihtiyaç duyulan yada ihtiyaç duyulması istenen düzen içerisinde tarih boyunca hep tuzağa düşüp o düzenin bir parçası haline gelmiştir ve bu çark bu yüzden aynı şekilde dönmeye devam etmektedir. Geçmiş tarihsel periyotta karşıtlar çoğunlukla bu türden düzeni yok etmek için savaş vermiş, son üç çeyrek asırda ise bir dönüştürme çabası görülmektedir fakat ilk çaba inandırıcılığını yitirmişken, sonraki çaba ise samimiyetsizliğini yakın bir zamanda ispat edecektir.
Nasıl Tuhaf
Sancısı arsız asık yüzümün
Kaygısızlığında tıraşlanmış varlık,
Ardı ardına göçebe sözcükler dizdirendir.
Bütün serüvenler zamana oynadı
İlk mevsiminde fazlasıyla kusma telaşında toprak
Ve Nehir'leri pervasızca akar. Ya!
Enlemleri her varlığına değerek geçti esintisiyle
Esti ve geçti, dimağından
Nasıl tuhaf kan gölünde yüzen görkemli saraylar
Yanı başında coğrafyasına ihanet eden
Tanrı'nın çocukları nasıl tuhaf !
Gözden geçen her şeyi süpürüyor zaman
Şey, varlık kıvamında tek sözcük
Varlık cam masanın yeşil örtüsüne eziyet eden
Üç kitabı; bilinmeyen bir dilin
Kur'an, Mus'af, Avesta, geçti üzerinden
Hepsinin üstünde fotoğraftaki, boş hücrelerde kayıp
Gözleri doğanın tekbiri yeşilinde
Aklında yenilmişliğin ateşten ağırlığı, yakmakta.
İki konkav mercek zil taktırmış uyduruk uğultulara
Tanrısal tüm sesler cılız, insan korkak.
Hesabı sorulmuş hiçbir cinayet yoktur yeryüzünde
Sorulan her hesap cinayet, nasıl tuhaf !
2013 (not: şiir mevzuyla ilişkili olup biraz da reklam kokmaktadır.)
(Özgür Köşe'deki yazılarda bulunan ifadeler yazarına aittir. Gazete İsveç'in editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.)